Düzcinsel Beklentiler

  • Post category:Blog

Julie Bindel

To read the original in English: Trouble and Strife (14.07.2014)

FEMİNİST VESVESE tarafından Türkçeleştirilmiştir.

“Grev hattından bahçelere çit çekmeye”. Straight Expectations’ın arka kapağındaki bu alıntı, kitabın içeriğini, tonunu ve tarzını iyi özetliyor. Julie Bindel, tüm yaratıcı siyasi direnişine rağmen asimilasyon ve boşvermişliğin lehinde inişe geçişine üzüldüğü eşcinsel kurtuluş hareketine bir ağıt yakıyor. Bu kitapta eşcinsel evlilik, eşcinsel yaşam tarzlarının ticarileştirilmesi, Birleşik Krallık’ta görece ayrıcalıklı geyler (yani eşcinselliğe yönelik tutumlarda büyük bir değişim yaşamış olanlar) ile dünyanın her yerinde baskı ve zulüm görmeye devam eden gey ve lezbiyenler arasındaki politik dayanışma eksikliğini ele alıyor. Burada kitabın en fazla tartışma yaratan ve gey ve lezbiyenlerin “bu şekilde doğmadıkları” fikrini savunduğu “Genlerle Alakalı Bir Şey mi?” bölümünden iki alıntı yayımlıyoruz. Çoğu lezbiyen feministin yanı sıra, cinselliğin toplumsal inşa olduğu fikri uzun süredir merkezi dayanaklarından biri olan Trouble & Strife okuyucuları tarafından da memnuniyetle karşılanacaktır.. (Arşiv bölümümüzden bu konudaki sayısız makaleye ulaşabilirsiniz; örneğin: Stevi Jackson’dan Özgürlükleri Almak, ya da Deborah Cameron’dan Yaşlı Hetero?).

Doğa mı Çevre mi?*

100 yıldan uzun süredir bilim insanlarını, kökten dincileri, ebeveynleri ve eşcinselleri meşgul etmekte olan “Doğa mı Çevre mi?” sorusu üzerine yapılan ilk bilimsel çalışma, psikolog Evelyn Hooker’ın 1956’da yayınlanan ve eşcinselliğin bir zihinsel rahatsızlık olmadığı gerçeğini kanıtlamaya yardımcı olan çığır açıcı eseriydi.

Bu hâlâ ateşli bir tartışmanın konusu. Temmuz 2007’de The New Statesman “Gey Özel” bölümünde konuyla ilgili iki makale yayınladı. Bunlardan biri heteroseksüelliğe geri dönen; diğeriyse eşcinsellik karşıtı Hıristiyan dönüştürme hareketinin “yardımı” ile aynı şeyi yirmi yıl boyunca yapmaya çalışıp başaramayan iki eşcinsel erkek tarafından yazılmıştı. İlki eşcinsel olmanın bir tercih olduğunu, ikincisi de “bu şekilde doğduğunu” güçlü şekilde savunmuştu.

Az ya da çok, özgürlükçü olan herkes için eşcinsellerin “bu şekilde doğduğunu” düşünmek temel hoşgörü ilkeleri açısından caziptir ancak azınlık haklarını destekleyen çoğunluğun kendi imtiyazlarını riske atmadıklarından emin olmalarını da sağlar, yani bu statükoyu korumaya duyulan ihtiyacı ve isteği de kapsar. Geleneksel toplumun gemisini terk eden insanların haddinden fazla sayıda olmamasını garantiler. Ayrıca eşcinsel insanlar olarak kendimize engel olamadığımız inancına dayanır, önyargıya maruz kalmamız bu yüzden yanlış bulunur.

Doğalcı ya da özcü yaklaşımın olumlu yanı, bu argümanın mevcut düşmanca ortamda bazı eşcinsel insanların arzularından ya da eylemlerinden sorumlu hissetmelerine gerek kalmadan yaşam sürebilmelerini sağlaması. Bu da şu anlama geliyor: Bir yakınının ya da mesai arkadaşının eşcinselliğiyle uzlaşmakta zorluk çeken heteroseksüellerin içi, bunun bulaşıcı olmadığı konusunda rahat edebilir; yasa, yönetmelik ve kuralları oluşturanlar içinse “eşcinsellik” doğuştan gelen bir durum olarak kabul edildiğinde buna yönelik yaptırımların anlamsız olduğu anlamına gelir.

Ancak madalyonun öbür yüzünde düşmanca bir ortamda büyümüş ve heteroseksüel bir hayat sürdürmek istemeyen kimi genç kadın ve erkekler mevcut. Bazı insanların eşcinsel bazılarının düzcinsel doğduğu ve biyolojinin cinsel yönelim söz konusuysa kesinlikle kader olduğu görüşünden memnun değiller. Doğalcı çizgi, yobazlara ve şüphecilere kimsenin aslında böyle bir hayat tarzını seçmek istemeyeceğini düşündürüyor; tüm eşcinsellerin buna engel olamadığı için eşcinsel olduğu, yoksa düzcinsel olacakları izlenimini veriyor.

Şüphesiz ki lezbiyen ya da gey olmanın bir tercih olduğu argümanı yobazlara düzcinsel bir hayat yaşamamız gerektiğini savunma fırsatı veriyor. Ne de olsa, madem insan eşcinsel olmayı seçebiliyor, o halde heteroseksüel olmayı da seçebilir, diye mantık yürütüyorlar. Ancak bu onlar için dönüşüm terapisine potansiyel olarak daha fazla aday anlamına gelse dahi, kimimizin heteroseksüellik yerine gey ya da lezbiyen olmayı gurur ve mutlulukla seçtiğimizi ısrarla belirtmesi herhangi bir yobaz için anlaşılabilir değil. Her halükarda, kendiyle gurur duyan bir özgürlük hareketi münakaşa koşullarını düşmanlarının belirlemesine ne zaman izin verdi ki?

Her zaman şuna inandım; doğayı yetişmenin -genetiği çevrenin- önüne koymak eşcinsellik karşıtı yobazlara koz veriyor. Böyle doğduğumuzu savunarak, geyler ve lezbiyenler olarak statükoya meydan okuyan bir pozisyonu temsil etmiyoruz. Eşcinsellik geninden bahsetmek aslında orada olmaması gereken bir şeyin mevcudiyetini ima eder. Bu teoriyi sahiplenmekse heteroseksüelliğin ve düzcinsel ahalinin normal olduğunu; bizim bunun dışında var olup içeriye baktığımızı kabul ettiğimiz anlamına gelir.

Kendim için bunu iddia ettiğimde, yani lezbiyen olmamın doğanın bir cilvesiyle bana dayatılmış bir şeyden ziyade benim için pozitif bir tercih olduğunu söylediğimde şiddetle eleştiriliyor ve şüpheyle karşılanıyorum. Bu yüzden sahte bir lezbiyen olmakla, soğuk nevalelikle, erkek düşmanı ve heteroseksüellik karşıtı mücadelesi uğruna “lezbiyen” tabirini kendine mal eden biri olmakla suçlandım.

Bilinçli ve beni mutlu eden bir tercih yaparak lezbiyen oldum ve eşcinsellik düşmanı yobazlık azaldığında daha fazla insanın bunu yapma özgürlüğüne sahip olacağını varsayıyorum. Ama ‘tercih’ kelimesini kullandığımda marketten mısır gevreği seçmek gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Daha ziyade, düzcinsel olma konusunda bu kadar baskı altında olmasak ve kaçınılmaz önyargılardan ve bağnazlıktan korkmasak aynı cinsiyetten birine gönlümüzü kaptırmaya daha açık olabileceğimizi iddia ediyorum.

Kasım 2012’de, Özgür Düşünce Festivali‘nde bu konuyla ilgili daha sonra Radyo 3’te de yayınlanan bir konuşma yaptım. Başlığı ‘Böyle Doğmadım’ idi ve cinselliğin doğuştan içimizde yer almadığını, bir tercih olduğunu; bir eşcinsellik geni keşfettiğini iddia eden bilimsel araştırmaların çoğunun zayıf kaldığını ve hiçbir şey kanıtlamadıklarını iddia ettim. İzleyicilerin bulunduğu bir canlı yayında yaptığım konuşmanın ardından oradaki birçok heteroseksüel kadın ve erkek yanıma gelerek bana inançlarının doğruluğunu ciddi anlamda sorgulamalarına sebep olduğumu söyledi. Hepsi daha öncesinde cinselliğin doğuştan geldiğini ve bu nedenle sabit ve değişmez olduğunu varsaymışlardı. Hepsi benim iddialarımın onlara mantıklı geldiğini ve eşcinsellerin cinselliğini “tercih ettiğini” daha önce sadece eşcinsellik karşıtı bağnazlardan duyduklarını söylediler.

Lezbiyenlik ya da geyliğin tedavisi olduğu fikrini teşvik eden bağnaz görüşten tiksiniyorum. Benim pozisyonum, bir şey hastalık ya da patoloji olmadığı sürece ona tedavi aramaya gerek de olmadığı. Etkinlikten çıktığımda bazı insanların zihinlerini, lezbiyenliğin heteroseksüelliğe pozitif bir alternatif olduğu ve bu yüzden bazılarımızın bunu tercih ettiği fikrine açmaktan mutluluk duymuştum.

Elbette herkes böyle düşünmüyor. Eşcinsel veya lezbiyen olmanın sebebini bulmak için neden bu kadar çok zaman ve emek harcandı? Böylece ebeveynler kürtaj yapıp yapmayacaklarına karar verebilsin diye mi? Yoksa insanların çoğunluğu, asıl çözülmesi gereken sorunun bağnazlık ve önyargı olduğu, bizim tedaviye filan ihtiyaç duymadığımız gerçeğiyle başa çıkamadığı için mi? Biz lezbiyenlerin yıllarca duymak zorunda kaldığı “ne kaçırdığınızı bilmiyorsunuz” gibi yorumlar, diğer taraf için savaşmanın bir dezavantaj olduğu yönündeki yanlış inanıştan geliyor. Aslında, çoğumuz ne kaçırdığımızı çok iyi biliyoruz. Bütün mesele bu.

~ * ~ * ~ * ~

Cinsellik hakkındaki inanışlar zamanla nasıl değişti?

Bugünlerde “bu şekilde doğma” teorisinin baskınlığına karşın bunun görece yeni bir olgu olduğuna ve sadece son birkaç on yılda yaygın hale geldiğine işaret etmek gerek. 1999’da Avustralyalı akademisyen Lorene Gottschalk üç farklı lezbiyen kuşağıyla biyolojik açıklamaya inanıp inanmadıkları hakkında röportaj yaptı. Gottschalk, 1970’lerde lezbiyen olanların kendi cinselliklerini seçtiklerini düşündükleri, 1990’larda lezbiyen olanlarınsa bunun biyolojiden kaynaklandığına inandıkları sonucuna ulaştı. Bu da bahsettiğimiz şeyin bilimsel bir temele sahip olmaktan ziyade modaya uygun bir dizi düşünce olduğuna dair ilave bir kanıt.

Kuşkusuz, 1950’lerde başlayan ve 60’lara ve 70’lere kadar devam eden sosyal inşacı anlayış bilim insanları ve akademisyenler arasında modaydı. Örneğin 1968’de İngiliz sosyolog Mary McIntosh ‘Eşcinsel Rol’ adlı muhteşem makalesinde eşcinsellik fikrinin, heteropatriyarkanın geri kalanını güvencede tutmak için tertip edildiğini iddia ediyordu: Eşcinseller toplumdan ayrı tutuldukları ve bunun biyolojik olduğu söylendiğinde, bunun dışında kalanlar için ortada bir sorun kalmıyordu.

Bu nedenle, gey sosyologların, 1960’lı ve 1970’li yıllara kadar doğuştan gelen cinsellik kavramını sorguladıkları görülüyor. Bundan önceyse gey ya da lezbiyen olmanın ebeveynler yüzünden olduğuna inanmak modaydı: Erkekler için duygusal açıdan mesafeli bir baba ya da boğucu bir anne; kadınlar için erkek kardeşin yokluğundan dolayı onu yanında bara götüren duygusal olarak yetersiz anne ve baba.

Fakat 1980’lerde bu değişmeye başladı ve eşcinsel geninin (ya da eşcinsel karşıtlarının ifadesiyle “eşcinsellik virüsü”, yani bir tür enfeksiyon olarak bulaşan eşcinsellik) fikri doğdu. Sonraki on yılda bu tespit edilmesi zor eşcinsel geninin izini süren çalışmalara odaklanıldı. Böyle araştırmalar genellikle eşcinsel dostu olarak görüldü çünkü eşcinsellik özgür iradeyle seçilemeyecek bir şey olarak sunuluyordu. Ancak biyolojik açıklamalar gey ve lezbiyenleri bir şekilde hasta, kusurlu ya da dengesiz olarak tanımlamaya devam ediyor, heteroseksüelliği norm olarak sunuyordu.

Eşcinsel Kurtuluş Cephesi GLF, 1971’deki manifestosunda açıkça görüldüğü üzere eşcinsel gen fikrini elinin tersiyle itmişti. Fakat bugün düşüncemiz neredeyse 180 derece değişmiş durumda. GLF üyesi Peter Tatchell’e tartışma konusundaki görüşlerini sordum:

“O zamanlar benim (ve GLF’nin) argümanı şuydu: ‘Aceleyle hareket edip hakikatten kopmayalım. Farklı olma hakkının temel bir insan hakkı olduğu ilkesine bağlı kalalım. Herkesle eşit derecede saygı görmek ve eşit haklara sahip olmak için aynı olmak zorunda değiliz.’ Bu dönemde eşcinsellik edimine biyolojik dayanak sağlayan çok az kanıt vardı. Çok daha makul bir açıklama Freud’un herkesin biseksüel olma potansiyeli ile doğduğu ve eşcinselliğin insan cinselliğinin doğal yelpazesinin bir parçası olduğuydu. O zamanki görüşüm şöyleydi: ‘Homoseksüelliğe ya da heteroseksüelliğe neyin sebep olduğunun önemi yok; bizler insanız ve insan haklarına sahip olmayı hak ediyoruz.’”

Ancak son yıllarda Tatchell’in görüşleri, bilimin şu an daha gelişmiş olduğunu iddia etmesiyle, cinsel yönelimin genetik ya da biyolojik temeline inanma yönünde değişti. “Cinsel yönelimin genetik bir bileşeni” olduğuna ve “anne rahmindeki hormonlardan gelen önemli bir etki” olduğuna inanıyor. Şöyle devam ediyor: “Geçmişte bu araştırmanın yokluğunda, küçük bir uç etkiden başka bir şeye sahip olmayan biyolojik faktörler konusunda şüpheci biri olduğumu söylüyorum, ancak zamanla kanıtların arttığını düşünüyorum. Bununla birlikte, tüm sebebin bu olduğuna inanmıyorum; bu sadece bir kısmı”. Aslına bakarsanız, birçok insanın “doğuştan gelme” argümanının lehinde tartışmak istemesinin esas sebebini gözardı etmiyor: “Bence hangi yaklaşım işe yarayacaksa onu kullanmaya razı bir çaresizlik hali mevcuttu. Her şey sempati kazanmak, olgular ya da hakikatler ne olursa olsun, insanların vicdanına hitap etmekten ibaretti.”

Eşcinsel olarak doğma fikri bana göre hep saçmalığın dik alasıydı. Sizi bilmem ama ben bir bebek olarak doğdum, lezbiyen değil. En azından ebemi çekici bulduğumu hatırlamıyorum. Fakat belki de bu konuda bu kadar güçlü ve aykırı görüşlere sahip olmamın sebeplerinden biri, ilkgençliğimde bazı feministlerin cinsel tercih konusundaki radikal ama aklıselim duruşuna maruz kalmamdan kaynaklanıyordur. Yani onun da tıpkı toplumsal cinsiyet gibi toplumsal olarak inşa edildiğine.

Leeds’in Batı Yorkshire kentinde yaşayan bu feministler Jill Johnson ve Adrienne Rich gibi Amerikalı feministlerden gelen politik lezbiyenlik teorisine katkıda bulunuyorlardı. 1981’de içlerinden küçük bir grup Düşmanı Sevmek? Heteroseksüel Feminizm ile Politik Lezbiyenlik Arasındaki Tartışma isimli kötü üne sahip broşürü yazdı. Şöyle yazmışlardı: “Bütün feministler lezbiyen olabilir ve olmalıdırlar. Bizim politik lezbiyen tanımımız; kendini kadın olarak tanımlayan, erkekleri düzmeyen kadındır. Bu kadınlarla zorunlu cinsel aktivite anlamına gelmiyor.”

Heteroseksüel kız kardeşlerine erkekleri yataklarından ve kafalarından atmaları çağrısında bulunan Düşmanı Sevmek? broşürünün yazarları tüm feministleri lezbiyenliği kucaklamaya davet ettiler. “Biz feminist politikayı ciddiye alan bir kadının heteroseksüelliği terk etmekten başka seçeneği olmadığını düşünüyoruz,” diyordu manifesto. “Ezenin, ezilenin bedeninin içini istilası ve sömürgeleştirmesi yalnızca erkek üstünlüğüne dayalı baskı sisteminde mevcuttur.”

Düşmanı Sevmek? ile verilen mesaj anında güçlü ve çoğunlukla olumsuz bir tepki uyandırdı. Bazı radikal feministler grubun argümanları ile aynı fikirde olsalar da, çoğu erkeklerle yatarak kadınların özgürleşme mücadelesinin altını oyan “karşı devrimciler” olduklarını duyduklarında çılgına döndüler.

Düşmanı Sevmek? Birleşik Krallık kadın hareketinde cinsellik kavramını bir tercih olarak ilk gündeme getirenlerdendi. Birçok feminist cinselliği tamamen kişisel bir arzu meselesi olarak görüyordu ve lezbiyenliğin politik bir karar olabileceği fikri “duygusuzluk” olarak algılanıyordu. Heteroseksüel kadınlar, bireyin cinsel yönelim ya da duyguları seçmediğine, onlara mağlup olduğuna inanma eğilimdeydiler.

Feministlerden lezbiyenliğin onlara göre, kadınların yapabileceği bir tercih olduğunu, doğuştan gelen bir rahatsızlık olmadığını öğrendim. Teraneleri “Tüm kadınlar lezbiyen olabilir” idi. Cinselliğimi tercih ettiğim bilgisinin bana hissettirdiği duyguyu çok sevdim. Bu konuda utanç duymak ya da mahcup olmak yerine, bununla gurur duyup bir ayrıcalığa sahip olduğumu düşünebildim.


Çeviri: Pınar (Ç.N: Trouble&Strife 1983 ve 2002 yılları arasında basılı dergi formatında yayımlandı. Bela ve kavga gibi bir karşılığı olan ve Cockney argosunda erkeklerin karıları için kullandıkları bir tabir. Anlamını şöyle açıklıyorlar: “Bu ismi seçtik çünkü kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkilerde bir çatışma olduğu gerçeğini kabul ediyoruz. Radikal feministler olarak, politikalarımız doğrudan erkeklerin gücü ile kadınların direnişi arasındaki bu gerilimden geliyor.”)

* ‘Gen mi Çevre mi?’ şeklinde de Türkçeleştirilen bu kalıbı ‘doğallık/doğuştanlık-toplumsal/çevresel etki’ anlamlarını kaybetmemesi için bu şekilde çevirmeyi tercih ettik.